Türklerde Kadının Yeri : Türklerde Kadın Olmak

TÜRK TARİHİNDE KADIN

Özet: Sadece Türk tarihinde değil, dünya tarihinde de kadına çok yer verilmemektedir. Tarih yazarken de, okurken de olayların genel itibariyle erkekler etrafında döndüğünü görmekteyiz. Oysa kadınların tarih içerisinde ki varoluş sancıları geçmişten günümüze, her alanda karşımıza çıkmaktadır. Kimi zaman bir savaş sebebi, kimi zaman bir kahraman olmuşlardır. Bunun pek çok örneği mevcuttur. Bu makalede bu örneklere ve dünya tarihinde kadının ve Türk tarihinde kadının yeri mukayeselerine yer verilecektir. Türk tarihinde kadının yerine de özellikle İslamiyet öncesi ve sonrası olarak bakılıp, zaman içerisinde değişikliği ele alınacak ve günümüz Türkiye’sinde artan kadına şiddet ve kadın cinayetlerine kadar getirilecektir. İslamiyet’ten önce genel itibariyle tek eşliliği benimseyen Türk töresinin İslamiyet’ten sonra Araplardan etkilenerek çok eşli bir aile yapısını kabullenmesi ve haremde ki kadınların yaşayış biçimlerine bakılacak ve bu etkileşimin olumlu veya olumsuz yanlarına değinilecektir. Türklerde kadının yeri makalemiz ilk olarak burada yayınlanmıştır.

GİRİŞ – Türklerde Kadının Yeri

Cinsiyet ayrımcılığı ilk çağlardan itibaren var olan bir problem olarak karşımıza çıkar. Günümüz şartlarında kadınlar her ne kadar seslerini duyuruyor gibi görünse de, kadın cinayetleri istatistiklerine baktığımızda bu durumun ses çıkarmaktan öte sessiz çığlıklar olduğu anlaşılabilmektedir. Tarih sahnelerinde görmüş olduğumuz gücünü kanıtlama, sahip olma, daha fazlasını elde etme, taviz verildiğinde daha çok taviz isteme olayı erkekler için sadece devletlerarasında ki ilişkilerde geçerli değildir. Erkekler bu vasıfları kadınlar üzerinde de gerçekleştirmek istemişler ve nasıl bir padişah toprak sahibi oluyorsa bir erkekte kadın sahibi olup onun üzerinde böyle hakları olabileceği gibi genel bir kanıya varmıştır ve bu kanı geçmişten günümüze kadar sürmüş hatta ilk insan olan Hz. Âdem ve Hz. Havva hikâyesi anlatılırken bile Yahudi geleneğinde Havva’dan önce yaratılmış olan Âdem’in ilk eşi diye tasvir edilen Lilith karakterinden ve bu kadının sırf Hz. Âdem’e itaat etmedi diye kötülüklerin anası olduğundan bahsedilir. Şöyle ki:

‘’Bir inanışa göre Lilith, Âdem’in Havva’dan önceki eşidir. Tanrı Lilith’i de Âdem gibi toprak ve kilden yaratmıştır. Bu nedenledir ki, Lilith Âdem ile kendisini eşit görür. Âdem’e itaat etmez, onunla birlikte olmak istemez. Sonuç olarak cennetten kaçarak Kızıldeniz’deki şeytanların yanına gider. İblis ile yaşadıkları yasak ilişkiler sonucu her gün 100 çocuk (bu çocuklar cin, şeytan, vampir, vb. olarak tasvir edilir.) doğurur. Tanrı, Lilith’in gidişinden sonra yalnız kalan Âdem için onun kaburga kemiklerinden itaatkâr Havva’yı yaratır. Âdem hemen Lilith’i unutup Havva’ya sarılır. Bunun üzerine Lilith çok sinirlenir ve intikam almak için sevgilisi İblis’ in şekline girerek cennete kaçak olarak girer. Havva’yı kandırarak, Âdem ile Havva’nın yasak meyvayı yemelerini sağlar. Sonuç olarak, Âdem ile Havva cennetten kovularak ölümlü olurlar. Ancak, Lilith yasak meyvayı yemediği için ölümsüz kalır. Daha sonra, Lilith ve Lilith’in çocukları Âdem’in soyundan gelenlerin başına musallat olur. ’’

Peki, biz anlatılan bu mitolojik hikâyeden ne anlamalıyız? Kadınların erkeklere itaat etm

esi gerektiğini mi yoksa kadınların çok tehlikeli varlıklar olduğunu mu? Lilith kendini Âdem’e eşit gördüğü için Âdem’e yeni bir eş yaratılıyor ve Âdem’de itaatkâr olan Havva ile mutlu mesut yaşıyordu öyle mi? Oysaki kadın da erkekte birbirlerine muhtaç bir şekilde yaratılmışken bir cinsiyetin diğerinden üstün olması mantık hatası doğurur. Bu mitolojik hikâye hiç şüphesiz üstün olduğunu düşünen erkek bir Yahudi uydurmasıdır. Kuranı kerimde Lilith diye bir isim zikredilmemiş ve İslam dininde böyle bir karaktere hiç yer verilmemiştir.

Bu örnekten başka, Ataerkilliğin baskın olduğu İlk Çağ medeniyetlerinde kız çocuklarının öldürülmesi, ömür boyunca birinin vesayetinde yaşaması ya da isim verilmeye layık görülmemesi gibi durumlar cinsiyet ayrımcılığının ulaştığı boyutu gösteren vahim örneklerdir. Aynı şekilde kadın öldürüldüğünde katilin hiçbir cezaya çarptırılmadığı toplumlar olduğu gibi kadın ve çocukların baba için çalıştığı, kocasının kadını istediği zaman boşayabildiği durumlara da sıkça rastlanır. Fakat göçebe diye küçümsenen Türk toplumlarında kadına karşı böyle tutumların sergilenmesi durumu, diğer uygarlıklara göre çok sık gerçekleşen hadiseler olmadığını görürüz. Bu noktada diğer toplumlar ile kıyasa gidildiğinde Türk toplumlarında kadının yerinin daha üstün olduğunu söylemek yanlış olmamakla beraber, yine de erkekler ile eşit bir statüye sahip olmadığını görmekteyiz. Asya Hun, Uygur, Selçuklu, Osmanlı gibi önemli Türk devletlerinin hepsinin ortak özelliği kadın figürünün yaşanılan dönem içinde devlet işlerini etkileyecek kadar önemli bir konuma sahip olmasıdır. Bu çalışmada bu konum üzerinde durulacak ve bu devletlerin çağdaşlarının kadına vermiş olduğu rol ile kendilerinin kadına vermiş oldukları rol mukayesesi yapılacaktır.

İslamiyeti Kabul Etmeden Önce Türklerde Kadının Yeri

Tarih boyunca kurulan Türk devletlerinde kadınlar toplum hayatında olduğu gibi siyasî hayatta da önemli roller üstlenmiştir. Eski Türk hayatından kesitlerin sunulduğu çok önemli birer abidevî metin olan Orhun yazıtlarında, Türk kralının yani kagan’ın ismi zikredilir zikredilmez Türk kraliçesinin yani katun’un (hatun) isminin zikredilmesi (kanım ilteriş kaganıg ögüm il bilge katunug tenri töpüsinte tutup yügerü kötürmiş erinç…) Kadının devlet yönetimi içerisinde bir söz hakkına sahip olduğuna işaret eder. Bu durumda o dönemde toplumdaki kadının yerini sorguladığımızda önemli bir konumda olduğunu düşünmek yanlış olmaz. İslam dininin kabul edilmesinden önceki göçebelik devresinde, Türk kadını, devrinin erkek tipine yaklaşır. Onun gibi ata biner, ok atar, kılıç kullanır ve hatta düşmanla savaşır. Yerleşik uygarlığa geçişte ve İslam kültürü çevresine katıldığında, Türk kadını erkekten daha pasiftir. Kadının kahramanlık niteliklerini kaybederek, bir aşk konusu olduğu görülür. Avrupa kadınları cadı olarak sınıflandırılıp katledilirken, Türk töresinde kadın her zaman kutsal bir yere konulmuştur. Burada cadılık (çocukları öldüren, insan yiyen, geceleri dolaşan dişi hayalet) kavramına da değinmekte faya var; Cadıların özellikle kadınlarla ilişkilendirildiğinin altı çizilmelidir. Kadınların, cadı dolayısıyla düşman olduklarını destekleyen görüşler arasında özellikle “haşeratı yok etme” veya “köküne kadar kurutma” deyimleri sıkça kullanılmıştır. Kadının, bu şekilde “düşman”, “kötü” ve “yok edilmesi gereken” olarak ötekileştirilmesi ve kadına yönelik, uygulanan şiddet dolu yöntemler daha sonra Yahudilere veya farklı etnik ve dini gruplara da aynı şekilde yaklaşılmasına zemin hazırlanmıştır. Yani günümüzde insan haklarından, adaletten bahsedip duran Avrupa’nın bu konuda kirli bir geçmişi vardır.

Avrupa’da durum bu şekildeyken birde daha eski dönemlerde meydana gelen Türk destanlarından Oğuz Kağan Destanı’na bir göz atalım: ‘’Gökten bir ışık iner. Işığın içinden çok güzel bir kız çıkar. Oğuz onunla evlenir. Bu kızdan Gün, Ay ve Yıldız adlı üç oğlu olur. Yine bir gün ava gider. Bir gölün ortasında bir ağaç görür. Bu ağacın kovuğunda bir kız görür. Oğuz Kağan bu kızı da sever, onu da alır. Bu kızdan da Gök, Dağ ve Deniz adlı üç erkek çocuğu olur. Uygurca Oğuz Kağan Destanı’nda Türk kozmogonisinin yansımalarını görmek mümkündür. Gökten ışığın içinden gelen ve ağaç kovuğunda bulunan kızlarla evlilik Türklerin kâinatın yaratılışı hakkındaki ilk inanışlarının destana yansımalarıdır.’’ Görüldüğü üzere bu destanda kadın kutsal bir motif olarak işlenmektedir, Türk Destanlarına, hikâyelerine, önemli romanlara bakıldığında kadın neslin devamını sağlayan kutsal bir varlık olarak karşımıza çıkar. Bu yüzden insanlık için önemli kelimeler hep ‘’ana’’ (anne) ile tamamlanmıştır. Örneğin: Toprak Ana, Doğa Ana, Ana Vatan, Anadolu… Bu örnekler, Türk Dünyası için kadın olgusunun kutsal bir yeri olduğunun açık bir şekilde kanıtıdır.

İlginizi Çekebilir:“Türkün Türkten Başka Dostu Yoktur” Sözü Ne Kadar Doğru?

Türkler İslamiyet’i kabul etmeden önce kadının yeri denildiğinde aklımıza tarihe kahraman bir Türk kadını olarak geçen Tomris Hatun da gelir. Bu konuda özellikle Herodotos’un anlatımları ön plana çıkmaktadır. Ünlü tarihçinin eserinde Tomris, daha olayın ilk başlarından itibaren sağduyulu ve bilge bir kraliçe görünümü çizmektedir. Zira Kyros’un evlenme teklifinin aslında kendi ülkesini ele geçirmek için kurulan bir tuzak olduğunu derhal anlayıp reddetmesi ve ardından savaş hazırlıklarına başlayan Pers kralını seferden vazgeçirmek için makul ve dikkatle seçilmiş sözlerle uyarıp, savaşçı bir kavmin önderi olmasına rağmen sürekli barıştan yana bir görünüm sergilemesi onun bu yönünü yansıtmakta, aynı zamanda devlet idaresine de aşina olduğuna işaret etmektedir. Tomris Hatun kadın bir hükümdar olarak devleti yönetebilmiş ve komuta etmiştir. Bu da Türklerin bir kadını hükümdar olarak kabul ettiklerine yani eşit gördüklerini kanıtlar. Bu noktada şunu sorgulamamız gerekir, kadın erkek arasında ki eşitsizlik tam anlamıyla ne zaman başlamıştır? Tabi ki bu durumu ilk çağlara dayandırmakla beraber, kabile sisteminden devlet veya imparatorluğa geçişle birlikte, sınıfsal farklılaşma yaşanmış, bu da kadın-erkek ilişkilerinde eşitsizliğin doğmasına neden olmuştur. Bazı Orta Asya toplumlarında, özellikle gerçek anlamda merkezi hiyerarşik devlet sisteminin oluşmadığı, kuzey bölgelerde yaşayan toplumlarda kadın- erkek ilişkilerinde eşitlik olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Geçmişten günümüze erkek cinsiyeti şiddet ile aynı kefeye koyulmuş, güçlü olmak erkek ile bağdaştırılmıştır. Durum kadınlara geldiğinde ise tam tersi olarak kadın bu şiddetin altında ezilen taraf olmuştur, Turan Açık bu konu ile ilgili; ‘’ Kadının ezilmişliğine yapılan aşırı vurgu, kadını daha da pasifize edebilme ihtimali taşımaktadır. Ezilmişliğin normalleştirilmesi olarak niteleyebileceğimiz bu durum, kadına böyle bir rol biçme; hatta bazı kadınların bu rolü yeniden kimlikleştirmesine neden olabilir.’’ Der, yani sürekli olarak erkeği şiddet ile kadını ezilmekle vasıflandırmak toplumdaki bireylerin bu genellemeye uygun davranmalarına sebep olabilir. Çoğu kişi tarafından kabul gören bu yargılar cinsiyet ayrımcılığının temellerini atan bir duvardır, bu duvarı yıkmak için erkekleri şiddet ile kadınları ezilmiş olmakla sürekli olarak aynı teraziye koymamak gerekir. Bu durum İslamiyet öncesi Türk toplumu içinde, İslamiyet sonrası Türk toplumu içinde geçerlidir. Dolayısıyla bu bölümde İslamiyet’ten önce Türk kadınına yüklenen rolün çağdaşlarına mukayese edildiğinde çok daha pozitif bir yapısı olduğunu ve toplumda belli bir kimliğe sahip bireyler olduğunu söyleyebiliyoruz.

Birçok kaynakta da İslamiyet öncesi Türk kadını ile ilgili olarak kadına aile içerisinde de, toplum içerisinde de değer verildiğinin ve önemli bir konumu olduğunun geçtiğini görmekteyiz. Fakat tam anlamıyla bir eşitlikten söz etmek mümkün değildir, sadece kadının kutsallığından ve ona değer verildiğinden bahsetmek bu konuda daha doğru bir genelleme olacaktır.

İslamiyeti Kabul Ettikten Sonra Türklerde Kadının Yeri

Öncelikle burada kısaca Türklerin Müslüman olmalarına bakacak olursak; genel itibariyle kabul görmüş yargı Talas Savaşından sonra Türklerin Müslümanlığı kabul ettiği yönündedir, fakat bu yargının bazı tarihçiler tarafından kabul edilmediğini ve eleştirildiğini de görürüz. Şöyle ki; Talas savaşı ve Abbasilerin iktidara gelmesiyle yönetimde güçlenen Türkler İslam’ı daha yakından tanımaya başlamışlardır. Fakat bu durum onların hemen hepsinin İslamiyet’i kabul ettiğini göstermez. Tarih süreci içerisinde bir milletin din değiştirmesi kısa ve basit bir süreç değildir. Bunun birçok tarihsel, içtimai, iktisadi, kültürel hatta coğrafi sebepleri olabilmektedir. Türklerin İslam ile tanışmaları ilk dönem halifelerin zamanına kadar geri gitse bile Türklerin çoğunlukla Müslüman olmaya başlamaları üç asır gibi bir zaman almıştır. Türkler Müslüman olduktan sonra bu değişiklik sadece inanış biçimlerini değil birçok alanda onların hayatlarını etkisi altına almaya başlamıştır, bu durum doğal olarak toplumda kadının yerini de etkilemiştir. İslamiyet’i kabul eden Türkler sadece İslam’ın buyruklarını yerine getirmekle kalmamış, Arap kültüründen de büyük oranda etkilenme başlamıştır.

Bilindiği üzere İslamiyet’ten önce Arap milleti kadınlara değer veren bir toplum değildir. İslam dini kadına değer vermeyi buyuruyor olsa da Araplar kadınların ikinci planda olduğunu düşünmekten vazgeçmemişlerdir. Bununla ilgili olarak; ‘’Onlardan birine bir kız müjdelendiğinde, öfkelenerek yüzü mosmor kesilir. Verilen müjdenin (kendisine göre) kötülüğünden dolayı halktan gizlenir. Böyle bir alçaltıcı duruma rağmen onu yanında mı tutsun yoksa toprağa mı gömsün! Görün işte, ne kötü yargıda bulunuyorlar!’’ Diyen bir ayet vardır, bundan başka yine İslam Dininin kutsal kitabı olan Kuranı Kerimde kadın ile ilgili pek çok ayet bulunmakta ve kadına değer verilmesi ve ona şiddet uygulanmaması gerektiği yazmaktadır. Fakat bakıldığında Kuranı Kerimin kadın ile ilgili buyruklarına Müslümanlar tarafından uyulduğunu söylemek mümkün görünmemektedir. Türklerin önemli Atasözlerinden biri olan: ‘’At, avrat, silah yiğidin bahtına’’ sözünden bile erkeklerin tıpkı kadın bir eşyaymış gibi onun sahibi olma düşüncesini anlamak açık bir şekilde mümkündür. Oysa birlikte bir hayat geçiriyor olmak, sahip olma anlamına gelmez; o hayatı paylaşmak anlamına gelir. ‘’ ‘Cinsiyet kurulumu’ çocukluk döneminden itibaren başlamaktadır. Toplumun hâkim yargılarına göreve kültürel kodlarının getirdiği enstrümanlar ile şekillenen bu kurulumda, kız çocuk özel alan, erkek çocuk ise kamusal alan için hazırlanmaktadır.’’ Bu durum erkek çalışıp eve para getirirken, kadın evinin hanımı olmalıdır düşüncesini hâkim kılar, bu da kadının erkeğe muhtaç bir şekilde yaşamasına sebep olur. Yine Türk kültüründe günümüzde halen devam eden evlenen kızlara, ’’bu evden gelinlikle çıktın, kefenle dön’’ gibi söylemler kadını erkeğe boyun eğmek zorunda bırakmıştır. Fakat Anadolu’nun hiçbir yerinde bir annenin veya babanın erkek çocuğuna buna benzer bir söylemde bulunduğu görülmemiştir. Yani aslında cinsiyet ayrımcılığı bir nevi doğuştan çocuklara empoze edilen bir olaydır.

Tarih disiplini, uzun süre, iktidarı paylaşan ‘’Batılı, beyaz, soylu, burjuva’’ erkeklerin oluşturduğu grubun çıkarları içinde biçimlenmiştir. Bu özelliklerin dışında olanlar; yani tüm altta kalanlar, kadınlar, köleler, siyahlar, işçiler tarihin dışına itildiler. Daha sonra zaman içerisinde tarih disiplini, soylu-soysuz, siyah-beyaz, köylü-işçi ayırmadan sadece erkek çıkarları ve iktidar alanı üzerinde yapılandı. Yani tarih, tüm evrensellik iddialarına karşın, kısmi bir tarihtir.  Nadiren de olsa tarihi süreçler içerisinde kadına da yer verildiği görülmektedir, diğer uluslara bakılarak İslamiyet’ten sonra ki dönemler içinde Türk tarihinde kadının önemli bir yeri vardır. Örneğin: Selçuklular ’da hükümdarın “hatun” veya “terken hatun” denilen nikâhlı eşleriyle cariyelerinin yaşadığı haremin kendine has bir teşkilâtı olduğu bilinmekte, ancak elde yeterli belge bulunmamaktadır. Hatunlar sarayda ve devlet yönetiminde etkiliydiler. Sultan Alparslan’ın karısı Mirdâsî Emîri Mahmud’un öldürülmesini engellemiş, Ümmü Kıfçak adlı diğer bir karısı da Vezir Amîdülmülk Kündürî’nin öldürülmemesi için şefaatçi olmuştu. Sultan Melikşah’ın karısı Terken Hatun kocasının ölümünden sonra devlet idaresini ele geçirmiş ve çocuk yaştaki oğlu Mahmud’u sultan ilân ettirmiştir. Selçuklu örneğine baktığımızda o dönemde harem ve kadın olgusuyla ilgili bir fikir sahibi olmak mümkündür.

Harem denildiğinde Osmanlı İmparatorluğunda ki harem olgusu da gündeme gelir, bugün halen bu konu tartışılmakta ve sarayın bir bölümü olan harem yanlış tanımlamalara maruz kalmaktadır. Harem hayatı hakkında Batılı yazarlar pek çok hayali tasvir üretmişlerdir. Haremin üzerinde en çok konu ulan ve çeşitli sanat eserlerine konu teşkil eden mensuplarının başında cariyeler gelir. Cariyelik pek çok yönden yanlış değerlendirilmişidir. Hukuken kadın köle statüsünde olan cariyelerin esas kaynağı savaşlarda alınan esirlerdir. Bunlar Müslüman adap ve erkânı üzere yetiştirilir, kendilerine okuma yazma, dini bilgiler öğretilir, yeteneklerine göre musiki, biçki dikiş, nakış dersleri verilir ayrıca sofra hizmetleri öğretilirdi. Acemilik denilen bu ilk dönemden sonra ilerleme gösterenler kalfa, usta seviyelerine yükseltilirdi. Haremde yüzlerce cariye olmakla birlikte bunların büyük bir kısmı hizmetçi idiler. Padişah, cariyelerin içinden sadece birkaç tanesiyle ilgilenir, diğerlerini ne bilir ne de görürdü. Harem hususunda yapılan araştırmalar bu konudaki Osmanlı uygulamasının genel olarak İslam hukukunun belirlediği sınırlar içinde cereyan ettiğini göstermektedir. Yani Padişahın birden fazla eşi olsa da haremde ki cariyelerle sanıldığı gibi bir ilişkisi yoktu diyebiliriz. Bunlardan başka Osmanlı döneminde kadın figürüne sarayın dışında bakılacak olursa; bir dönem peçe giymek zorunlu hale getirilmiştir, bu da Osmanlı’nın kadınlara karşı olan tutumunda başka kültürlerden etkilendiğini gösterir.

Kadın meselesini konu edinen yazılarda; Kadınlığın terakkisi, tealisi, çoğu kez anneliğin, zevceliğin gelişmesi, yükselmesi anlamına geliyor. Ama hayat hakkı istemekle ve kadınların gelişmemişliğinin nedenini hürriyetlerinin olmayışına bağlamakla başlayan yazılar, temelde kadına bakışı, kadının nasıl sınırlandırıldığını çok güzel dile getiriyor. Geçmişten günümüze Türk tarihinde ki kadının konumunu ele alırken, günümüzde toplumumuzda halen azımsanmayacak kadar çok olan kadına şiddet konusuna da değinilmelidir; Kadına yönelik şiddet konusunda yapılan araştırmalar, şiddetin kent yaşamında kırsala göre daha yaygın olduğunu ortaya koymuştur. Kentleşmeyle birlikte sosyal, ekonomik ve kültürel değerler hızlı biçimde değişmektedir. Oysa toplumsal kabuller daha yavaş değişime uğramaktadır.

Cinsiyet rollerine ilişkin değerlerin ve tutumların hızlı değişime ayak uyduramaması doğal olarak cinsler arasında çatışmaya, bu da kadınların aleyhine şiddete yol açmaktadır. Türkiye’de yüzyıllar boyunca, erkeğin eşini ya da kızını dövmesi, erkeğin hakkı ve hatta görevi olarak kabul edilmiş, ”kızını dövmeyen dizini döver” yaklaşımı ile adeta desteklenmiştir. Yani zamanında kadına değer konusunda çağdaşlarından çok üstün olan Türk toplumu zaman içerisinde bu özelliğini yitirmeye başlamıştır. Fakat yine de belli bir kesimin kadına karşı şiddete veya cinayete yeltenmiş olması günümüz Türkiye’sinde kadına değer verilmiyor anlamına gelemez. Bilindiği üzere cumhuriyetin ilanıyla beraber Türk kadınına pek çok hak tanınmıştır. Erkekler bu durumu kabullenseler de kabullenmeseler de hukuk önünde erkek ile kadın eşit haklara sahiptir.

“Kahraman Türk kadını! Sen yerlerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde yükselmeye layıksın.” Mustafa Kemal Atatürk, 17 Mart 1923 Tarsus

Sonuç – Türklerde Kadının Yeri

Sonuç olarak bu makalede, Türk tarihinde kadının yeri ve önemi, dönemin şartları ve diğer milletlerde ki kadın olgusu göz önünde bulundurularak ele alınmıştır. Türk kadını, tarihi süreç içerisinde her zaman yaşamış olduğu toplumda önemli bir rol üstlenmiş ve bu rolü layıkıyla yerine getirmeye çalışmıştır. Diğer uygarlıklar ile mukayese edildiğinde Türk tarihinde kadına saygı çok daha fazladır, Yahudi geleneğinden vermiş olduğumuz Lilith örneği gibi diğer uygarlıkların kadına kötülüklerin anası olarak baktıkları pek çok örnek mevcuttur, bu onlardan sadece birisidir. Oysa İslamiyet Öncesi Türk toplumunda da İslamiyet Sonrası Türk toplumunda da kadın kutsal bir yere konulmuştur.

İlk Çağlarda bile günümüz Avrupa milletleri tarafından şeytani bir varlık olarak görülen kadının yeri hiçbir zaman Türk töresinde böyle bir aşağılanmaya maruz kalmamıştır. Kabul etmek gerekir ki Türk toplumu çok eski dönemlerden beri ataerkil bir toplumdur, bunun aksini iddia etmek için bir ütopyada yaşamak gerekir, her ne kadar erkeklerin baskın karakter olduğu bir toplumda yaşamış olunsa da Türk kadını her zaman bir şekilde perde arkasında erkeği yöneten taraf olmuştur. Fıtrat olarak farklı yaratılmış olan bu iki cinsiyet arasında ki anlaşmazlıklar ise genel mana da erkeğin sahip olma ve her zaman sözünü geçirme çabasından kaynaklanmaktadır, özellikle geçmişten gelen bir alışkanlıkla Türk toplumunun kadına biçtiği rol hayat arkadaşlığından çok bir hizmetçi rolüdür. Günümüzde ise bu durumun çokta değiştiği söylenemez, erkek eşi çalışsa dahi evdeki hizmetçilik rolünü devam ettirmesini istemektedir. Bu durumun nedeni ise hiç şüphesiz aile eğitiminden kaynaklanmaktadır, aileler erkek çocuğunun bir dediğini iki etmeyip etrafında fır dönüp, peygamber sünneti için bile benim oğlum erkek oldu naraları atıp, düğünler yaparken, küçüklükten itibaren kız çocuklarına yüksek sesle konuşma, sen kızsın kalk evin işlerini yap dedikleri için ve kimi zaman okuyup kendi ayakları üzerinde durmalarını bile desteklemeyerek bu şekilde bir toplum meydana getirmişlerdir.

Mustafa Kemal Atatürk Türk kadınına pek çok hak vermiştir ama bakıldığında günümüzde dahi bu haklardan bihaber yaşayıp giden ve fiziksel ve psikolojik şiddete maruz kalan kadınları görürüz. Oysa tarih içerisinde kahramanlık öykülerinin başrolünde sadece erkekler yoktur, adını bildiğimiz ya da bilmediğimiz pek çok kahraman Türk kadını da vardır ve bundan sonrada Türk kadını; siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel… Akla gelen bütün alanlarda en ön sırada olma mücadelesine devam edecektir.

share Paylaş facebook pinterest whatsapp x print

Benzer İçerikler

2.Dünya Savaşında Türkiye
2.Dünya Savaşında Türkiye
KÜRŞAT AYAKLANMASI
KÜRŞAT AYAKLANMASI
“Türkün Türkten Başka Dostu Yoktur” Sözü Ne Kadar Doğru?
“Türkün Türkten Başka Dostu Yoktur” Sözü Ne Kadar Doğru?
Ankara Savaşı (1402)
Ankara Savaşı (1402)
TÜRKLERDE AT VE AT KÜLTÜRÜ - AT ve TÜRKLER
TÜRKLERDE AT VE AT KÜLTÜRÜ – AT ve TÜRKLER
Osmanlı’da Gayrimüslimler – Osmanlı’da Gayrimüslim Olmak
Osmanlı’da Gayrimüslimler – Osmanlı’da Gayrimüslim Olmak

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Tarihbilgi.com.tr | © 2024 |