Osmanlı’da Gayrimüslimler – Osmanlı’da Gayrimüslim Olmak

Özet – Osmanlı’da Gayrimüslimler

Birçok milleti bünyesinde barındıran Osmanlı Devlet’i bu kadar farklı inanışta ve kültürde bireyleri nasıl bir arada tutmaktaydı? Bir Müslim ile gayrimüslim vatandaş ciddi manada eşit muamele görüyorlar mıydı? Osmanlı’da gayrimüslim olmak denildiğinde herkesin aklına gelen, Müslüman vatandaşın ata binerken, gayrimüslim vatandaşın eşeğe binmesi ve buna benzer başka örneklerle beraber bu olaylar o dönemde eşitsizlik olarak mı algılanmaktaydı? Bu makalede bu soruların cevaplarını arayacağım. Osmanlı’da Gayrimüslimler başlıklı makalem kaynak gösterilmek ve yazarı belirtilmek şartıyla yayınlanabilir. Bunun dışında yayınlanması telif haklarımın ihlal edilmesi demektir.

Giriş – Osmanlı’da Gayrimüslimler ve Yaşamı

Osmanlı Devleti küçük bir beylik iken zamanla tarihin akışını değiştirebilecek bir imparatorluk haline gelmiştir. Bu hızlı büyümede hiç şüphesiz Türk-İslam devleti olmasına rağmen diğer milletlere, dinlere hoşgörü anlayışıyla yaklaşarak onların kültürlerine, dillerine ve dinlerine saygı göstermiş olmasıdır. Şöyle ki, Osmanlı Devleti’nde bireylerin toplum içindeki statülerini belirleyen en temel husus dini inançlardı. Bu bakımdan toplum genel anlamda Müslim ve gayrimüslim olarak iki sınıftan meydana gelmekteydi.

Gayrimüslimler Osmanlı topraklarında yaşayan bir vatandaş iken hiçbir zaman Müslüman olmaları için baskı görmemişlerdi, Ayrıca gayrimüslimler, Müslümanlardan veya başka bir gayrimüslim inanç mensubu zümreden ayrı mahalle ve köylerde yaşamaya zorlanamazlardı; ancak insanın doğası gereğince bu zümreler, daha iyi anlaşabilecekleri kişilerle aynı muhitleri paylaşmayı tercih ederlerdi.

Osmanlı’da Gayrimüslimler çok rahat kendilerini ifade edebilme ve topluluk oluşturma imkanı bulmuşlardır. Osmanlı’nın fethettiği yerlerde insanlara zorbalık yapmaması ve onlara tanımış olduğu haklar, onu diğer fethettiği yerleri sömüren devletlerden ayıran en önemli özelliğidir. Eğer Osmanlı Devleti sömürgeci bir devlet olmuş olsaydı, şu an halen dünyanın birçok yerinde Türkçe konuşuluyor olması gerekirdi. Neyse ki günümüzde ki doğan sonuçlara bakarak bile Osmanlı Devleti’nin sömürgeci bir yapısı olmadığını anlamak mümkün denilebilir.

Osmanlı Devleti bu birlik ve beraberliği tarihi boyunca uyguladığı hoşgörü, adalet, başka din, dil ve milletlere karşı saygı ile İslâm dinindeki Zımmî hukuku çerçevesinde birleştirerek oluşturduğu Millet sistemi sayesinde sağlamıştır. Farabi milleti, “bir topluluğun baş yöneticisinin koyduğu şartlarla mukayyet görüş ve davranışlar” diye tanımlar. Bu topluluk bir aşiret veya şehir olabileceği gibi “ümmet” vb. daha büyük insan toplulukları da olabilir. Buna göre inanç ve davranış ilkelerini ifade eden millet küçük, orta ve büyük siyasî birimlerin ortak yasa ve yasalar bütününü ifade eder.

Osmanlı’da Millet Sistemi

Millet bir toplumun etrafında birleştiği ve üzerinde yürüdüğü, sosyal varlığının kendisine dayandığı temel esaslar ve izlenen yoldur. Buna göre toplumu meydana getiren fertlerin kendisine millet denmez; cemaat, kavim, ümmet veya ehl-i millet (ehl-i milleti’lİslâm, ehl-i milleti’n-Nasrâniyye) adı verilir. Millet deyince herkes birinci planda kültür birliğini anlar. Nesep, şecere ve tomar arayanların bile bundan aykırı düşünmelerine ihtimal yoktur. Öyleyse kültür birliği, millî hayatın çeşitli anlayışları arasında birçok cereyanları birleştiren en temelli noktadır denebilir. Osmanlı’da farklı milletlerin konumlarının dinsel ve mezhepsel bağlılıklarına göre şekillendiğini görürüz. Bu konumlar sosyal, siyasal ve yasal konumlardır. Bu çerçevede Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti altında bulunan toplulukların din ya da mezhep esasına göre örgütlenip yönetilmesine “millet sistemi” denilmiştir.

O dönemin şartlarına baktığımızda bu sistem gereklidir, belli bir sistem oturtulmadan farklı görüşlere sahip onca insan bir arada belli bir nizam ile tabi ki yaşayamazlardı. Günümüzde birçok batılı yazar bu sistemi büyük bir şekilde eleştirseler de, (Svetoslav Stefanov, Benjamin Braude, Bernard Lewis) Osmanlı Devlet yapısı içerisinde gayrimüslimlere karşı onların bahsetmiş olduğu gibi herhangi bir ‘’toleranslı baskı’’ uygulanmamıştır. İlber Ortaylı, millet sistemi içinde yer alan bireyin azınlık muamelesi görmediğini, dolayısıyla azınlık psikolojisine sahip olmadığını söylemektedir. Bu önemli bir bilgidir çünkü Osmanlı gayrimüslimi, azınlık psikolojisinde olmadığından modern toplumdaki azınlığın davranış biçimine sahip değildir.

Osmanlı’da gayrimüslimler dediğimizde, gayrimüslimlerin askerlik yapma konusu da önemli bir konu olarak karşımıza çıkar. Gayrimüslimlerin askerlik yapmaması meselesi bizim tarih edebiyatımızda ve yanlış tarih bilgimiz dolayısıyla siyasî edebiyatımızda son derecede yanlış olarak bilinen ve yorumlanan bir olaydır. Gayrimüslimler askerlik yaparlar. Hem sadece öyle tabip, eczacı, mühendis olarak değil, bayağı muharib sınıfların içinde de bulunurlar. Sırf subay olarak değil, nefer olarak da yaparlar. O kadar ki Osmanlı donanması Noel’de ve Paskalya’da demir atar, çünkü mürettebatın çok önemli bir kısmı yortu için evine gitmek zorundadır.

Bu durumu ve uygulamayı sadece o zaman hekim Aleksandrios veya kimyager Polikarpos’la veya eczacı Dadyan Efendi’yle sınırlayamazsınız. Mürettebatın içinde, ayrıca orduda önemli miktarda gayrimüslim vardır.  İstanbul’un fethinden önce Osmanlı Devleti’nde gayrimüslimlere, İslâm hukukuna göre muamele edilmiştir. İstanbul’un fethinden sonra ise İslâm hukuku açısından bir değişiklik yapılmamakla birlikte biraz daha farklı bir uygulamaya gidilerek millet sistemi oluşturulmuştur. Osmanlı Devleti’nde yaşayan gayrimüslimlerin hukukî statülerini belirleyen teşkilatlanma, II. Mehmet’in İstanbul’un fethini de içine alan büyük dönüşüm politikası ile birlikte ele alınmalıdır. II. Mehmet’in İstanbul’un fethinden sonra uyguladığı “ekümenik siyaset” de denilen büyük dinî politikası, yeni başkentini çok dinli bir şehir haline getirme isteğini, farklı dinlerin merkezi yapma arzusunu kapsamaktadır.

Osmanlı’da Gayrimüslimlere Tanınan Haklar

Her şeyden önce Osmanlı toprakları sınırları içerisinde yaşayan gayrimüslim tebaanın din ve vicdan hürriyetleri var idi. Her cemaat kendi ibadetini ve ayinlerini serbestçe yapabiliyordu. Ama Türklerin İslamiyet’i kabul ettikleri 920 yılından cumhuriyete kadar olan dönemde İslam hukukunu benimsediklerini de unutmamak gerekir. Buna göre de gayrimüslimlerle bir vatandaşlık anlaşması imzaladıklarını ve bu anlaşmaya göre gayrimüslim vatandaşa zimmî denildiğini biliyoruz. Bu noktada zimmî kavramının üzerinde durmak istiyorum: Sözlükte “bir kimsenin yüklendiği, ödemeye mecbur olduğu borç, alacak; himaye, sahip çıkma; antlaşma, ahid” anlamlarındaki zimmet kökünden gelen zimmî (çoğulu zimem) “kendisine güvence verilen, koruma altına alınan kişi” demektir.

İslâm ülkesinde (dârülislâm) vatandaş olarak Müslümanlarla beraber yaşayan başka din mensuplarına zimmî yanında ehl-i zimme de (ehlü’z-zimme) denilir. Zimme kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de “verilen söz, antlaşma” mânasında iki yerde geçmektedir (et-Tevbe 9/8, 10).

İslam hukukunda vatandaşlık sözleşmesi, dini ve hukuki bir güvenceyi gerekli kılar, Müslüman olmaya eşdeğer hukuki bir statüyü ifade eder. Gayrimüslirnlerin, can, namus, çocuk ve mallarının dış ve iç tehditlere karşı korunması, dini hakları, İslami ibadetlerden muafiyetleri, cizye ile yükümlü olmaları, asayiş ve emniyet faktörü vatandaşlık hakları kapsamında değerlendirilebilir.

İlginizi Çekebilir:Malazgirt Savaşı ve Tarihi Sonuçları Nelerdir?

Bu noktada gayrimüslimler iç ve dış tehditlere karşı korunur, dini olmayan konularda hukuk önünde eşit muamele görür, kendilerine inanç özgürlüğü ve istediği dine geçme hakkı tanınır ve kendi ayinlerini serbestçe yapmalarına müsaade edilirdi. Gayrimüslimlerin vatandaşlık sözleşmeleri Müslümanlar açısından reddi kabil olmayan bir akit olarak kabul edilir, daimi bir statüyü ifade eder ve yönetim yetkisinin dışında değerlendirilir.

Bu çerçevede gayrimüslimlerden kendilerine sağlanan bu haklar karşılığında cizye adı altında bir vergi istenmiştir. Cizye “kâfi gelmek; karşılığını vermek, ödemek” mânasındaki ceza masdarından türemiş bir isim olup İslâm literatüründe tebaadan olan gayri Müslimlerin ödedikleri vergiye, harbî olanlardan ayrı tutulmalarına, can ve mal güvenliğine kavuşturulmalarına karşılık sayıldığı için bu ad verilmiştir. Devlet tarafından, bir gayrimüslimden cizye vergisi alınabilmesi için kişinin, beden ve ruh sağlığının yerinde olması, 14 – 75 yaş aralığında olması gerekmektedir. Ancak bu kurallara her daim uyulduğu söylenemez. Bazı kaynaklarda 13-85 yaş arasında cizye mükelleflerinin olduğunu beden ve ruh sağlığı yerinde olmayan kişilerden cizye talep edildiğini görmekteyiz.

İstedikleri bölgelerde yerleşir, mal alıp satabilirlerdi. Dolayısıyla İslam şehirlerinde gayrimüslimlere ait mahalleler kuruldu. Gayrimüslimler kendi mahallelerinde dindaşlarıyla birlikte yaşar, mahallelerini dini geleneklerine göre teşkil ederlerdi. Mahalle merkezinde kendi mabetleri olur, meskenler bu mabetler etrafında kurulurdu. Gayrimüslimler, mahallede İslam’da haram olmakla birlikte kendi dinlerine göre helal sayılan yiyecek içecekleri üretebilir ve satabilirlerdi. Bu durumda gayrimüslim vatandaşların herhangi bir baskıya veya yaptırma uğramadıklarını, Osmanlı’nın ‘’Osmanlılık’’ ideolojisiyle Müslim bir vatandaş ile aynı statüleri paylaştıklarına dile getirebiliriz. Zaten eğer Osmanlı topraklarında yaşamaktan memnun olmasalardı göç edebilirlerdi. Bu tabi ki hiçbir gayrimüslimin göç etmediğini anlamına gelmemekle birlikte, bir çoğunluğunun halen Osmanlı topraklarını terk etmeyerek burada yaşamalarına devam etmelerinin sebebi onlara tanınmış olan hak ve özgürlüklerdir. Bu arada ‘’Osmanlılık’’ kavramını da kısaca açıklamak gerekirse; Osmanlı İmparatorluğu dâhilinde yaşayan farklı dinsel ve etnik grupları tek bir Osmanlı milleti olarak kabul eden ve bu unsurları ortak imparatorluk ideali çerçevesinde birleştirme yaklaşımına Osmanlıcılık denilmektedir.

Gayrimüslim gruplar, daha Türklerin Anadolu’ya gelişlerinden itibaren oldukça rahat bir yaşama sahip olmuşlardır. Başlangıçta şüpheyle baktıkları Türkleri tanımaları ve onlarla yakın ilişkiler kurmaları neticesinde, onlar tarafından yönetilmekten memnun oldukları anlaşılmaktadır. Fakat Fransız İhtilali ile beraber bu memnuniyetin bozulmaya başladığını, Osmanlı yönetimine karşı bir takım başkaldırılarının meydana geldiğini, bu durumların ise Osmanlı devlet yönetimini bozmaya başladığını, Tanzimat ile beraber gayrimüslimlere bazı ayrıcalıklar verilmeye başlandığını fakat verilmiş olan bu ayrıcalıklarında birlik beraberlik sağlayamadığını söyleyebiliriz. Osmanlı’da Gayrimüslimler Tanzimat’tan sonra bağımsızlık talebinde bulunmaya başlamışlardır.

Osmanlı’da Eşitlik İlkesi

Eşitlik dediğimiz kavram öncelikle insan haklarının bir gereğidir. Eşitlik olmadan insan haklarından söz etmek mümkün değildir. İnsan haklarını en yaygın tanımıyla tanımlamaya çalışırsak, kişinin sadece insan olduğu için sahip olduğu haklar olarak tanımlayabiliriz. Bunlar dil, din, ırk ayrımı yapılmaksızın her insanın koşulsuz şartsız yararlanabileceği haklardır. Bu haklar doğrultusunda da Osmanlı’da Müslim ve gayrimüslim halkın birlik ve dayanışma içerisinde eşit bir şekilde yaşadığını görmekteyiz. Ferdi haklar konusunda idareciler gayrimüslimleri Müslümanlardan ayırmamışlardır. Buna örnek olarak da Halil İnalcık, 1355’de Osmanlıların eline esir düşmüş olan Selanik Başpiskoposu Gregory Palamas’ın Hıristiyanların tam bir serbesti içinde olduğu yolundaki mektuplarını göstermektedir. Denilebilir ki, Osmanlılar feth ettikleri bölgelere muhafazakâr bir siyasetle yerleşmişlerdir: Dinî müesseseler, sınıfların statüleri, idarî taksimat, vergiler, yerli âdetler ve nihayet askerî zümreler esas itibariyle muhafaza olunmuşlardır.

Osmanlı topaklarında özellikle Hıristiyan tebaanın çokluğu ve çeşitli kompartımanlara mensup oluşu, Batı ile ilgisi birinci derecede rol oynamıştı. Yani, Osmanlı idaresi ve adlî mekanizması, İstanbul’un fethinden önce bu önemli sorunu çözümlemek ve şartlara uyum sağlamak ve birlikte yaşama tarzını kurmak yolunda daha imparatorluğun kuruluş döneminde alışkanlık kazanmıştı. Kanunnamelerde bazı konularda gayrimüslimlerin Müslümanlardan ayrı tutulduğu görülür. I. Selim Kanunnamesinde hamamlarda ve berberlerde gayrimüslimler için kullanılan havlu, peştamal ve usturaların Müslümanlar için kullanılması yasaklanmıştır. Fakat bu uygulama gayrimüslimleri ayrıştırmak amacıyla yapılmamıştır, daha çok Müslümanların ‘’temizlik imandan gelir’’ anlayışıyla ilgili bir olaydır. Ayrıca gayrimüslimlerin dil konusunda da herhangi bir baskıya uğramaksızın, her cemaat kendi dilini rahatça kullanabilmekteydi.

Bu hususta aklımıza zimmilerin birlik ve dayanışma içerisinde yaşarken hangi sebeple Osmanlı’ya karşı muhalif bir politika izlemeye başladıkları sorusu aklımıza gelir. Şöyle ki; İnalcık, 17.yüzyılın ilk yıllarından itibaren, Müslümanlarla gayrimüslimler arasındaki karşılıklı güven ve uyumun, ağır vergiler ve mahalli idarecilerin suiistimalleri neticesi bozulmaya başladığını, kısmen de Hıristiyan reayanın Hıristiyanlık adına yapılan haçlı planlarına eğilimlerinin bunda rol oynadığını, başlangıçta aynı esnaf birliğinde yer alan Müslüman ve gayrimüslimlerin artık ayrı birliklerde yer alma eğilimi taşıdığını tespit etmektedir.

Zimmilere sosyal hayatta getirilen kısıtlamaların nedeni, daha çok hangi millete mensup olduklarının kolayca belirlenmesi içindir. Askere alınmama ve devlet hizmetine girememeleri eşitlik açısından tartışmalara neden olsa da, Islahat Fermanı ile bu kısıtlamalar kaldırılmıştır. Ancak, sonradan görüldüğü gibi kendileri de askere gitme ve devlet hizmetine girme konusunda çok istekli davranmamışlardır. Yani onlar askere gitmeme karşılığında vergi ödemeyi daha olumlu karşılamışlardır. Ama tabi ki yine de Osmanlı’da askerlik yapmış olan gayrimüslimleri de görmek mümkündür.

Osmanlıların zimmiler üzerinde İslamlaştırma gibi bir politikası olmadığına dair elimizde örnekler vardır, mesela; Ahmet Cevdet Paşa Tezakir’inde, Yavuz Sultan Selim’in, Hıristiyanların Rumeli’de nüfuslarının çokluğunu ileri sürerek bunların cebren Müslüman edilmelerini istemesi üzerine, o dönemde şeyhülislam olan Zenbilli Ali Efendinin: madem ki anlar raiyyeti kabul etmişler dinimizin iktizasınca anların can ve ırz-ı mallarını kendi can ve ırz ü malımız gibi muhafazaya borçluyuz. Bu yolda anlara cebretmek esas-ı dine dokunur” diyerek ruhsat vermediğini ifade etmektedir.

İslam hukukuna göre mirasçı ile miras bırakılan arasında din farkı bulunması mirasçılığı engellemektedir ancak lehine vasiyet yapmayı engellemez. Bu nedenle, Müslümanlar ile zimmiler birbirlerine mirasçı olamazlar. Zimmilerin, Müslümanlar lehine yaptıkları vasiyetler geçerli olup, vasiyetname ve miras konularında yine Müslümanlarla eşit olduklarını söyleyebiliriz. Ayrıca zimmilere eğitim konusunda da herhangi bir kısıtlama yapılmıyordu, Osmanlı Devleti’nde 1453 yılından itibaren gayrimüslimler millet okulları açarak çocuklarının eğitimine yönelmişlerdi. Çünkü Fatih bütün Latin cemaatlerini dinlerinde ve dillerinde serbest bırakmıştı. Katolik Hristiyanların yanısıra, Ortodoks Hristiyan cemaatine ve Yahudilere inançlarının gereği üzere ibadet edebileceklerini belirtmişti. Fatih’ten öncede bu gelenek vardı. Daha sonraları azınlık gayrimüslimler kilise okulları bile açmışlardı. Yani eğitim hususunda da Müslim ve gayrimüslimler arasında herhangi bir eşitsizlik söz konusu değildi.

Zimmiler evlenme, boşanma, velayet ve nafaka gibi hukuki konularda da kendi dini kurallarına tabidirler. Cemaatlerin din adamları bu hukuksal sorunları üstlenmişlerdi. Yani gayrimüslimlerin aile hukuku davaları kendi dinlerine uygun olarak cemaat mahkemeleri tarafından çözülmekteydi. Burada, zimmilerin aile hukuk alanında hukuki durumunu incelerken, getirilen bir kısıtlamayı da kısaca hatırlatmakta fayda vardır; Evlenme işlerinde, zimmi bir kadın dilerse Müslüman bir erkekle evlenebilir, ancak, Müslüman bir kadının zimmi bir erkekle evlenmesi mümkün değildir. Müslüman koca, gayri Müslim hanımını dininin gereklerini yerine getirmekten alıkoyamayacağı gibi onu dinî inancına aykırı davranışlarda bulunmaya da zorlayamaz.

Müslüman bir kadının gayri Müslim erkekle evlenmesinin haram olduğu konusunda ise İslâm hukukçuları görüş birliği içindedir.  Dini alamet ve sembollerin kullanımı da eşitlik konusunda önemli bir husustur. Örneğin; Ebussuud Efendinin fetvalarında, Müslüman mahallesinde gayrimüslimlerin çan yerine bir alete tokmakla vurarak çıkardıkları seslerle Hıristiyanları kiliseye davetleri halinde, bu ses Müslümanları rahatsız ediyorsa engellenmesinin vacip olduğu, Cuma namazı kılınan yerlerde kâfirlerin küfür alameti sayılan şeyleri izhar etmelerinin İslam’a zarar vereceği, buna izin veren hâkimin azlinin vacip olduğu belirtilmiştir. Burada dikkatimi çeken bir noktaya değinmek istiyorum, Müslümanları rahatsız etmesi halinde engellenmesi vacip görülen bir çan sesinden bahsediliyorsa, bu noktada gayrimüslimleri rahatsız edebilecek ezan sesinden de bahsetmek gerekir, ya da camiye çevrilen kiliselerde gayrimüslimler için üzücü bir durum olabilir, bu durumlara bakıldığında dini alamet ve sembollerin kullanımında eşitlik konusunda bazı soru işaretleri meydana gelmekte. Yine Osmanlı’da gayrimüslimlere getirilen bazı ilginç yasaklara da değinelim;

Gayrimüslimlere Cariye Satma Yasağı: İstanbul’da büyük bir esir pazarı bulunuyordu. Ticaret amacıyla gelen yabancıların buradan esir ve cariyeleri alıp bir süre sonra sokağa bırakmaları üzerine 1559 yılında çıkartılan kanunla gayrimüslimlere esir satılması yasak edildi.

Hamama giden gayrimüslimlere nalın giyme yasağı: Hamamlardaki Müslüman ve gayrimüslimleri ayırt etmek için konulmuş bir yasaktır.

Arnavutlara hamam tellağı olma yasağı: İstanbul’da büyük bir isyana neden olan Arnavut kökenli Patrona Halil’in hamamda tellak olduğu öğrenilince bu yasak konuldu.

Kiliselerde çan yasağı: Kiliselerde çan yasağı 1856 yılına kadar uygulandı. Çan çalma yasağının Islahat Fermanı’ndan sonraki dönemde de devam ettiği anlaşılmaktadır.

Ruhani reislerin kendi hanelerinde gürültülü biçimde İncil okumaları Yasağı: Buna mukabil söz konusu kişiler Osmanlı’da gayrimüslimler hanelerinde gürültüsüzce İncil okuma ve ayin icrası anlamındaki hareketlerde serbesttiler.

Gayrimüslimlerin Kılık Kıyafetleri: Genel olarak bu ve uygulamanın amacı kişi ve grupları birbirinden ayırt etme ve güvenliği daha kolay sağlayabilmektir. Osmanlı uygulamasına bakıldığında, II. Murad’ın Makedonya’yı fethettiğinde gayrimüslimlerin giyim kuşamı konusunda bir ferman yayınladığı rivayet edilmektedir. Buna göre Hıristiyanlar mavi Yahudiler sarı başlık ve uzun elbise giymek zorundaydı.

Gayrimüslimlere Binek hayvanı Kullanma ve Silah Taşıma Yasağı: Gayrimüslimlerin çarşılarda ata binerek Müslümanlardan daha gösterişli bir tarz içerisinde olmaları yasaklanmıştır. Silah taşıma konusunda da gayrimüslimlere bir takım yasakların getirildiği görülmektedir.

Bu yasakları anlayabilmek için tabi ki öncelikle dönemin şatlarını göz önüne almak gereklidir. Birçok konuda gayrimüslimler ile Müslüman halkı eşit sayabilecek olsak dahi bu yasaklardan da anlayabileceğimiz gibi bazı noktalarda zimmi ve Müslüman halk birbirinden ayrı bir yerde tutulmuştur. Fakat yine de bu istisnalar doğrultusunda Osmanlı’da Müslüman ve gayrimüslim halk eşit değildi demek mümkün gözükmemekle beraber, bazı dönemlerindeki bir kısım dar görüş ve dar vicdanların sert ve bağnazca tutumları istisna edilecek olursa, İslam toplumunda farklı inançların dini hükümlerinin farklılığından kaynaklanan içtimai tezahürleri genelde hoşgörüyle karşılanmış ve asla eşitlik ilkesinin ihlali ve ayrımcılık olarak yorumlanmamıştır.

Sonuç – Osmalı’da Gayrimüslim Olmak

Sonuç olarak Osmanlı Devleti’nde millet sistemine, gayrimüslimlere tanınan haklara ve eşitlik konusuna kısaca değindim gayrimüslim konusu oldukça dikkat çeken bir konu olarak karşımıza çıkar. Genel itibariyle yüzyıllarca birlikte yaşamış olan gayrimüslim ve Müslüman halka Osmanlı Devleti’nin sergilemiş olduğu tutumu ele almış bulunmaktayım. Osmanlı’da gayrimüslim olmak konusuyla ilgili birçok kaynak mevcuttur. Tarihçiler bu konunun üzerinde sıkça durmaktadır. Eşitlik konusu ise günümüzde halen tartışmaya açık bir konu olarak karşımıza çıkar fakat Türk tarihçilerin geneli gayrimüslimlere eşit muamele yapıldığı konusunda hemfikirdir. Osmanlı yöneticilerinin çağdaşlarına göre insan hakları konusunda oldukça ileri bir seviyede olduğunu söylemek yanlış olmaz. Gayrimüslimlerin diline, dinine, kültürüne…

Göstermiş oldukları saygı bunun en güzel kanıtıdır. Osmanlı topraklarında yaşayan gayrimüslimlerin genel itibariye herhangi bir aşırılık yapmamaları onlarında kendi hallerinden memnun olduklarını göstermektedir. Osmanlı Devleti’nde ki zaman zaman konulmuş olan yasaklar eşitlik konusunda bazı soru işaretlerini doğursa da, bu yasaklar sadece gayrimüslimlere konulan yasaklar değildir. Birçok dönemde Müslümanlara da çeşitli yasaklar konulduğunu görürüz. Bu yasaklarla daha huzurlu bir şekilde yaşamak amaçlanmıştır. Tabi ki gayrimüslimler Osmanlının yıkılışına kadar bu şekilde yaşamamışlardır. Fazla alınmaya başlanan vergiler, haçlı seferleri, Fransız İhtilali gibi sebepler ile gayrimüslim halkın Osmanlı’dan kopmaya başladığını görüyoruz. Osmanlı’nın özellikle son dönemlerinde bu çalkantılar her geçen gün büyüyerek Osmanlı Devleti’nin başına bela olacak ve en önemlisi onu yıkılış aşamasına getirecektir. Osmanlı’da Gayrimüslimler büyük devletler tarafından kullanılmış ve sonunda da Osmanlı’nın sonunu getirmişlerdir.

share Paylaş facebook pinterest whatsapp x print

Benzer İçerikler

2.Dünya Savaşında Türkiye
2.Dünya Savaşında Türkiye
Şarlman Nedir Kimdir?
Şarlman Nedir Kimdir?
Mısır Piramitlerinin Gizemleri – Yalanlar ve Gerçekler – Özellikleri
Mısır Piramitlerinin Gizemleri – Yalanlar ve Gerçekler – Özellikleri
Roma İmparatorluğu Tarihi – Mülteci Akını ve Adrianopolis Savaşı
Roma İmparatorluğu Tarihi – Mülteci Akını ve Adrianopolis Savaşı
Talas Savaşı Tarihi: Kısaca Kimler Arasında Sonuçları ve Önemi
Talas Savaşı Tarihi: Kısaca Kimler Arasında Sonuçları ve Önemi
UYGUR DEVLETİ
UYGUR DEVLETİ

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Tarihbilgi.com.tr | © 2024 |