MİMOZALAR ADADAN
Güneşli, alevli bir bahar gününün tam ortasında, dev bir tavanın içinde kavrulan, karıştırılan kıyma tanelerinin göbeğinde, Taksim’de, İstiklal Caddesi’nde yere bir şey düştü. Düştüğü yer ile hiçbir alakası olmayan, önem taşımayan şey; minik, sarı şey: bir salkım mimoza.
Kimse onu kimin düşürdüğünü veya fırlatıp attığını görmedi. Umurlarında da değildi ki… Belki “mimozalar Adadan” diye bas bas bağıran bir çingeneden düşmüş, belki sevgilisinden af dileyen bir delikanlının kafasında paralanmış veyahut rüzgar ile savrulup gelmiş. Kime ne!
Çarpmanın etkisiyle bir müddet yerde kıvrandı mimoza. İri, sarı, üzüm tanesi gibi çiçeklerinden bazıları ezilmiş, zedelenmiş. Canı yanıyor, toza bulanmış. Lakin sapsarı, güzel. Açtığı serin Ada ağaçlarında, aynı daldaki kardeşleriyle salındığı, nazlandığı, etrafa nefis kokular saçtığı günlerdeki kadar olmasa da, yine de güzel, alımlı.
Öyle sere serpe yatarken birden arkasından gelen “şlap” diye bir sesle kendine geldi. “Ne oluyor?” demeye kalmadan ikinci, üçüncü şlaplar. Dönüp baktı. Uzaklaşan yusyuvarlak açık yeşil bir kadın, beraberinde götürdüğü terlik sesleri. Caddenin tam ortasındaydı, işte bir başka kadın, topuklu ayakkabısıyla asabi adımlar atarak yaklaşıyor. Tok tok tok… Tesadüf eseri üstünden atladı bu kadın da. Sonra biri daha. Ardı arkası kesilmiyordu.
Ama burası böyledir, ne yaparsınız. Bir aşağı bir yukarı yürüyenlere tek tek sorulsa hepsi sıkışıklıktan rahatsızdır. Fakat bu lüzumsuz sıkışıklık olmasa aslında hiç gelmeyecek olan, ter ve parfüm kokan insanların oluşturduğu, mitingi andıran kalabalık İstiklal Caddesi’ni enlemesine ve boylamasına doldurur, ara sokaklara sızar. Hep. İstiklal devamlı kalabalıktır. Bu öyle bir kalabalıktır ki insan hep aynı kişiyi görür, aynı sesi duyar.
İşte bütün bu homurtu arasında yatmakta idi bizim küçük sarı şey. Sağından solundan aralıksız birileri geçiyor, kimi görüp, kimi görmeyip, üzerinden atlayıp duruyordu. Gömlekli-kravatlı, evrak çantalı bezgin bir adam minik, yumuşak, sarı iğneciklerden oluşan zarif çiçeklerinden, ponponlarından birine bastı. Göremediği biri de bir başka topunu ezdi. Mimozanın canı yandı.
Tamamen yamyassı olmadığı için şanslıydı ama, yine de yandı canı.
Kaderine verdi veriştirdi. Ne işi vardı burada? Yine biri geliyor. Hafif sola atladı, kurtuldu. Serin ve sakin yerlerde, ana ağacın güvencesinde açmak, kuşları, kelebekleri baştan çıkarmak için yaratılmıştı. Hafif rüzgarla etrafı güzel kokulara boğması huzurunu korumasına bağlıydı. Caddenin curcunası biter mi? Yine üstüne gelen tabanlar. Hafif sağa, sonra yine sola. Haydi diyelim ki ağacından kesip kopardılar, getirdiler. Bir dost hediyesi, yahut bir ilan-ı aşk vesilesi olmak, olmadı bir kase su karşılığı bütün eve bahar getirmek, yüzleri güldürüp, iltifatlar eşliğinde koklanmak var iken burada çiğnenmek, tozlu ve tükürüklü yollarda kavrulmak reva mıydı? Dalında, sapındaki damarlardan kana kana içtiği sulardan geriye ne kadar kalmıştı ki? Kurudu kuruyacak.
“Heyy!” diye keskince bağırdı mimoza tez konuşup tez yürüyen iki adama. “Bakın… bakın buradayım.”
Biri hafif sakallı, diğeri kaba sakallı, esmer, şivelerinden Kürt oldukları hemen çıkarılabilen adamlar onu duymadı. Biri Kadıköy’de bir çay bahçesinde öbürü ise Bakırköy taraflarında bir büfede çalışmaktaydı. Büfede çalışanın kardeşi evlerine yakın, İstanbul’a uzak lisede bir kavgaya karışmıştı: Delikanlı ile sevgilisi teneffüste kızda gözü olan başka öğrenciler tarafından taciz edilmiş, delikanlı da arkadaşlarını toplayıp çıkışta tacizcileri taciz etmiş. Kavga çıkmış, bıçak çekilmiş, karşı taraftan biri yaralanmış. Sonra da jandarma gelip herkesi toplayıp götürmüş. Kaba sakallı büfeci yaralanan gencin babasıyla konuşup meselenin örtbas edilmesine ikna etmişti etmesine lakin, adam hastane masrafları diyerek güzel bir para istemişti. İşte onu denkleştirmeye çalışıyordu. Şimdi uykusuzluktan kan çanağına dönen gözlerle, yanında endişe suratlı akrabasıyla, akrabasının akrabası bir tefeciye gidiyorlardı. Borçlanmak umuduyla.
Mimozanın “Heyy!” diye bağırdığını duymadan, bakmadan yanından geçip gittiler. Hızlı hızlı konuşarak. Kaba insanlar olduklarına kanaat getirdi mimoza, “Hıh!” diyerek omuz silkti. Adamların gittiği yönden gelen iki ihtiyarın tabanları ve bastonlarından kaçtıktan sonra tam ağır ağır gelen, orta yaşlı güzel bir kadını gözüne kestirmişti ki arkadan gelen görmediği biri yine ponponlarından birine basıp kızgın kaldırım taşlarına yapıştırdı.
Ay vay etti. Hiddetinden tepindi, acısından dövündü. Canı yanmıştı yine. Daha dikkatli olmalıydı demek ki. Sağına, soluna, önüne arkasına bile bakmalıydı. Nasıl bir cehennemdir bu. Nasıl çıkılır?
Mimoza bir süre sonra sakinleşti. Etrafını daha bir dikkatle kollar oldu. Zor bir iş değildi aslında, hemen herkes iki yönde yürüyordu. Yokuş yukarı… ve aşağı… Ayaklar arasında hoplayıp zıplamaya da alışmış denilebilirdi, bir şu susuzluk, şu sıcak olmasa.
Aşağı doğru yürüyenler arasında resmi ve şık kıyafetler içinde bir kadınla erkeği kestirdi gözüne ve daha onlar uzaktayken yaygarayı bastı:
“Buraya bakın!” Zıplıyordu olduğu yerde. “Buradayım!” Adama hınzırca göz kırparak ekledi: “Beni ona verirsen hoşuna gider, çelersin gönlünü.”
Vücudunu olduğu gibi saran, dar beyaz bir gömlek ile yine dar siyah bir pantolonun altına tabii ki siyah topuklu ayakkabılar çekmiş kadın duydu mu bilinmez, ancak klasik gömleği, kravatı, pantolonu ve elinden düşürmediği teknolojik telefonuyla erkek bankacı duymamıştı kendisine söylenenleri. Çekici mesai arkadaşına, öğle yemeği dönüşü saçma, bel hizasında fıkralar anlatıp ünlü komedyenlerin repliklerini tekrarlıyor, bir taraftan da tüm erkek personelin rüyalarına giren bu kadını yatağa atmak için daha kaç litre şaklabanlık yapması gerektiğini hesaplıyordu. Kadının aklı ise o esnada müstakbel eniştesindeydi. Cadı, cahil, cansız ve cazibesiz ablası, nasıl olmuştu da oturduğu yerden elin mimarını ayartmıştı. Ah kendisi de o kerte bir uzun kulak bulabilse. Hay allah!
Birbirlerine sırıtarak geçtiler mimozanın yanından. Hemen sağdaki binanın cam kapısını tıklattılar. Kapıyı açan güvenlik görevlisi, kadına başka, erkeğe bir başka bakışlar fırlattı. İçeri girdiler.
Mimoza reddedilmiş aşık gibi arkalarından bakakaldı. Kapı kapandı. Biraz daha bakacaktı ki ayak sesleri ve acısı kendine getirdi. Birkaç saniyelik insansızlık bitmişti. Şimdi tekrar her bir tarafına bakıyor, oradan oraya atlayıp zıplayıp ezilmekten kaçıyordu.
Bir dilenci geldi, tam önünde durdu. Ayakkabılarının sağ teki o kadar yırtık ki, parmakları kızgın taşa değiyor, hatta neredeyse tabanı da… Adam gelen geçene herhangi bir dile ait olmayan birtakım seslerle, ama meramını anlatan bir ton ile yalvarıp yakarıyor, muhtemelen sadaka istiyordu. Mimoza ona seslenip seslenmemekte kararsız kaldı. Belli olmazdı, haftaların açlığını hissettiren dilenci belki de onu yemeğe kalkardı. En iyisi sıvışmalı derken, dilenci az öteden geçen iki genç kadına yöneldi. Ünlü, gözde markaların damgalarını taşıyan kadınlar; ipli, cafcaflı, karton poşetlerini her iki ellerinde sallayan kadınlar biraz yana kaysalar da dilenciden kurtulamadılar. Nereden yapışmıştı bu herif şimdi? İki arkadaş, birinin kalbi yaralı, stresten ve sıkıntıdan kurtulmak için kuaföre gitmişler, alışverişe çıkmışlar, çıkmışken pek de yollarının üzeri olmasa da bir İstiklal (İstiklal’den kasıt her zaman gittikleri bir kafe) yapmadan dönmek istememişlerdi. Kalbi yaralı olanın hassas burnu, adamın kokusundan rahatsız oldu. Geri dönmek istedi. Adam kadının koluna yapışınca da kadın hafif bir çığlık attı. Etraflarında yuvarlanan insanlardan birkaçı şöyle bir baktı, diğerleri oralı bile olmadı. Sadece iki veya üç sıra arkadan iki polis çıkageldi. Dilenciyi tartaklayıp, kovalayıp kadınlarla aşağıya doğru yürümeye başladı. Evli polis pek oralı değildi ama, bekar ve çirkince olanı her an bir sohbete başlayacak gibi duruyordu. Kalbi yaralı kadının ise tüm keyfi kaçmıştı. Bir erkek de farklı çıksa dişini kırardı.
Mimoza olan biteni izlemekteydi ki, bir anda tam tepesinde beliren beyaz bir spor ayakkabı tabanı etrafı kararttı. Çevik bir hamle ile yana kıvrılıp kurtuldu.
Yine yukarıdan, meydandan rock üniformalı üç genç geliyordu. İki kız ile kızlardan birinin elinden tutan bir erkek. Kızıl saçlı, tek olan kızın üzerinde siyah, dekolte bir bluz, koyu mor bir şort, şortun altından fırlayan siyah külotlu çoraplar ve iri botlar vardı. Çift olanlar da boyundan topuğa kadar, giydikleri ayırt edilemezcesine siyahtılar. Bir bardaki konsere gitmekteydiler. Neşeli bir halleri vardı.
Mimoza bir deneme daha yapmak için önlerine atladı. Onlara seslenip kendisini almalarını istedi. Atkuyruğu yaptığı, siyah, düz saçları beline kadar uzanan genç adam tam tersine erkek gibi kısacık saçlı, kumral sevgilisini sürüklemeye başlamıştı. Kızdaki bu yavaşlama mimozayı görmesindendi. Eğildi, aldı. Erkek dönmüş, küçümser ve öfkeli gözlerle bakıyordu. Kız ayağa kalkarken hâlâ bırakmadığı eline asıldı:
“Yürü hadi,” dedi, “neredeyse başlayacak! Ne yapacaksın çiçeği sen?”
Kız elinde sarı şeyi evirir çevirirken kızıl saçlı, mor etekli kız geldi. Çiçeği diğerinin avucundan alıp yapmacık bir ses tonuyla “Aşkımmm, sana olan hislerime tercüman olması için bu çiçeği kabul et!” dedi ve çiçeği hayali birine uzattı.
Piyes, kıl yumağının çok hoşuna gitmiş olacak, biraz da abartarak, katıla katıla güldü, sevgilisi susarken. Sonra ciddileşti. “Hadi abicim yaa! İşimiz gücümüz var. İki bira atalım başlamadan.” dedi. Yürüdü. Kısa saçlı kız çiçeği almak için kızıl saçlıya uzanıyordu ki, çektiler, yetişemedi. “Romantik, cici kız!” dedi Kızıl acıyarak. Mimozayı attı, sonra da bir tekmeyle bankanın camlı kapısına kadar gönderdi. “Oranın birası sulu aaabi yaa!”
Kısa saçlı kız üzüntüyle bakarken çekiştirildi yine. Önüne döndü.
Minik sarı şey, yarı baygın yatıyordu ki, kapı açılıverdi. Genç, güzel, kibar ve kültürlü bir kız dışarı fırladı. Mimozanın üzerine bastı, yukarı, meydana doğru yürüdü. İki adım atmadan gıcır gıcır “converse”lerinin altına yapışan sarı şeyi farketti. Üzüldü, tabanını sürterek yapışanı -her ne ise- çıkardı. Üzüntüsü geçti. Aceleyle boş bir taksi bulmak için koşturdu: Hemen Ortaköy’e gitmesi gerekiyordu.
Mimoza tekrar caddenin ortasındaydı. Kıpırdayacak dermanı yoktu. Kafasını ancak kaldırdığında ise ayakkabılardan başka bir şey göremedi. Ayakkabılar, ayakkabılar… İyice kurumuştu. Öyle ki, nemden, güneşten rahatsız olmuyor, beton onu yakmıyordu artık. Sağlam bir tarafı kaldı mı bilmeden, gelene geçene aldırmadan öylece yattı. Öldü ölecek.
Meydandan aşağı spor giyimli iki kadın daha iniyordu: fahişeler. Bir tanesi üç yıldır meslekteydi. Diğeri birkaç aydır. Okula uğradıkları yoktu ya, ikisi de aynı üniversitede öğrenciydiler. Müşteriden dönüyorlardı; iyi para almışlardı. Yürürken, soran herkese mecburen bu yola düştüklerini anlatmasını tembih ediyordu yıllanmış olan.
Baygın mimozanın yanına geldiklerinde tecrübeli olan dirseğiyle diğerini dürttü. “Bak” dedi, “kendine dikkat etmezsen, bakmazsan, iki sene sürmez bu hale gelirsin.” Ve hangi halden bahsettiğini anlatmak için spor ayakkabısının ucuyla mimozayı dürtükledi. “Çiçek olmasına çiçeksindir, ama kimse dönüp sana bakmaz!” Genç fahişe bir cevap vermeden, dehşetle baktı, başını salladı. Yürüdüler.
Bu son dokunmayı hissetmemişti bile mimoza. Hala aynı şekilde yatıyordu. Evet, emindi artık sağlam bir tane çiçeği kalmamış, yaprağından sapına her tarafı ezilip yamyassı olmuştu. İçinde bir damla su kalmadığından da emindi. Kimsenin artık onu alıp da kurtarmayacağından da…
Şu halde bu iş biran önce bitsin, daha iyi. Bir sıkımlık canı kaldı, onu da alsınlar ve bu işkence bitsin.
“Haydi!” diye bağırarak üç dört delikanlının önüne atladı. “İyice basın üstüme de bitirin şu işi.” Gençlerin hepsi de Beşiktaş’ta aynı dershaneye devam ediyorlardı. Üniversiteye giriş sınavına gireceklerdi. Çok, çok kısa bir zamanları kalmıştı. Daha doğrusu zaman maman kalmamıştı artık. Yapabilen, yapabildiği kadar yapacaktı işte. Dört kişiydiler. Dördü de liseyi geçen sene bitirmişti. Bir tanesinin, en başarılılarının, tüm umudu bu sınavdı. İyi bir okula girmek istiyordu. Emekli babasının güç bela yazdırdığı dershanenin denemelerinde çok başarılıydı. Ancak, bakalım hayat ne kadar denemeye benzeyecekti. Kuşkuluydu. Bir diğerinin ise sınav, üniversite falan hiç umurunda değildi. Okusa da, okumasa da babasının işi olan toptan gıda ticareti yapacaktı. Dershane onun için yeni kızlarla tanışmak ve onları ayartmak için bir platformdu sadece. Herkes her dakika söyleyip durmasa, tarihini bile bilmez, sınavı kaçırırdı. Diğer ikisi bu çapkın kadar rahat değillerdi ancak onlar da liseden bomboş çıktıkları ve bu boşluğu doldurmanın usulünü bilmedikleri için pek umutlu değillerdi sınavdan. Bir tanesi yazın çalışacağı, kadınlar için ayakkabı ve çanta satan mağazada birkaç yıl geçireceğini bal gibi biliyordu. Gelgelelim diğeri daha da umutsuz bir vakaydı. Mahallede serseri bir arkadaş çevresi vardı. Geçen sene en samimi arkadaşlarından ikisi bir kapkaç olayından içeri atılmış olması bir yana; işin kötüsü, en fenası, korkunç olanı, para kazanmanın buna benzer yolları ona da çekici ve kolay geliyordu. Bu tuhaf dörtlünün İstiklal caddesini arşınlama sebebi ise çok doğal ki, farklı farklıydı. Dershanede anlaşmışlardı: Çalışkan olan ile çantacı olacak olan Galatasaray Lisesi’nin oradaki sahaflardan test kitaplarına, çapkın olan kızlara, diğeri de ikinci el alıyorlar mı diye cep telefonculara bakacak. Oradan da hepsi aşağı yukarı aynı istikametlerdeki evlerine dağılacaklardı. Hiçbiri ayaklarının altına girmeye çalışan mimozayı fark etmedi. Sessiz sedasız yürüyüp yokuş aşağı indiler.
Hayli vakit geçmiş olmalı. Tatlı bir serinlik, bir rüzgar baş gösterdi. Akşamüstünün şefkatini hissetmeyen küçük, sarı şey hâlâ caddenin aynı yerinde debelenip duruyordu. Bu insanoğluna laf anlatmak imkansız: Hiçbiri onu duymuyor, anlamıyor. Artık mimozanın canına tak demişti “Kendi işimi kendim görürüm,” diyerek oraya buraya koşturuyor. Daha önce kaçmaya çalıştığı, ayaklar altında ezilmeye uğraşıyordu.
Gençler geçti, yaşlılar geçti, liseliler, üniversiteliler, memurlar, esnaflar, kadınlar, erkekler geçti. Sosyetikler dönüp bakmadı, marjinaller bakıp anlamadı, kalenderler hiç görmedi. Taksim’in göbeğinde belki yarım milyon insan gelip geçti mimozanın sağından, solundan. Alsınlar istedi almadılar, ezsinler istedi ezmediler. Sonunda artık gücünün, takatinin son zerresine gelmişti.
Kendisini ezmemelerini istediğinde ezen insanlar şimdi de üzerinden atlayıp atlayıp geçiyordu. Son, nihai bir gayretle meydan tarafından gelip aşağı inen bir aileyi kestirdi gözüne. Solda adam, sağda, vitrinlere doğru kadın, ortada da minik bir kız çocuğu. Annesi kızın elinden tutmuş, gözü vitrinlerde. Adam elleri ceplerinde, gözü az önünde, çaprazında yürüyen mini etekli iki kadının bacaklarında. Heyecandan hangisine bakacağını şaşırıyor. Kadınlardan biri de birkaç adımda bir, dönüp adama bakmakta. Ama adamdan rahatsız mı oluyor, hoşuna mı gidiyor belli değil.
İşte tam ailecek mimozanın önüne geldiklerinde kadın bir vitrine doğru yöneldi, çocuğu babaya teslim edip. Bizim sarı şey ortaya atıldı yine. “Haydi,” dedi yavaş, bitkin bir sesle. “Bas üstüme de bitsin artık bu.”
Uzaklaşan diğer kadınları gözden kaybetmeme telaşındaki babasının, isteksiz elinden çabucak kurtulan küçük kız, “Ne bitsin?” diye sorarak mimozaya doğru gelmeye başladı.
Bu sırada arkasından, görmediği biri kirli, sarı şeyi yerden kaldırdı: Dokuz-on yaşlarında bir erkek çocuk. Mimoza ona da tekrarladı, mırıldandı bir şeyler. Şuursuzca.
“Ne diyorsun ki? Anlamıyorum,” diye cevap verdi çocuk mimozaya. “Ama çok güzel kokuyorsun.” Kız atıldı hemen: “Vel!”
Çocuk şaşırdı, elini sakladı arkaya. Bu sırada küçük delikanlının annesi geldi, çocuğun diğer elini tuttu ve ters istikamete, yokuş yukarı yürümeye başladılar.
Kız bağırdı yine:
“VEL!”
Çocuk annesinin elinden kurtuldu, kızın yanına gitti, gülümsedi ve en az kızıl saçlı rockçı kız kadar ustaca uzattı mimozayı. “Al, senin olsun, çok güzel kokuyor!”
Sonra koştu, annesinin elini yakaladı, ufak kıza tekrar gülümsedi ve kayboldu.
Kızın annesi vitrinden döndü, “At şu pis şeyi elinden!” diye kıza bağırdı. Bu kez ufaklık elini arkaya sakladı. Anası zorla elinden almak isteyince de yaygarayı kopardı. Önde giden güzelleri yakalama derdinde olan babası, annesine çıkıştı ve geç kaldıklarını, kıza ilişmemesini söyledi.
Ufaklık kazanmıştı.
Mimoza ise halsiz, dermansız yatıyordu kızın avucunda. Konuşacak, hareket edecek hali yoktu ama huzurluydu. O akşamüstü rüzgarlarında etrafa nefis bahar kokuları yaymak için yaratılmıştı.



 
         
         
        